Müthiş Bilmece
Müthiş Bilmece
Bilal OK |
|
Gazete ve dergi köşelerinde labirent bulmacalar görürsünüz. Bir fare birçok koÂla ayrılan bir yolun ağzında durmaktadır. O yollardan bir tanesi hariç, diğerleri çıkÂmazdır. Çıkan yol ise sonunda yine birçok kola ayrılır. Bu böyle bir kaç kademe giÂder. Nihayet bir yolun sonunda peynir faÂreyi beklemektedir. Fare akıllı ve şuurlu bile olsa, hayalinÂdeki peynirine kavuşabilmesi için “deneme yanılma” metodundan başka yol yokÂtur. Biz labirenti tepeden görebildiğimiz halde iyi hazırlanmış karışık bir bulmacaÂyı bir defada hiç yanılmadan çözemeyiz. Ancak bazı pratik zekâlılar işin kolayını bulurlar. Peynirden yola çıkıp kalemle yolu çizerler, ta fareye kadar. Artık biçare aç farecik çizgiyi takip edip kolayca peyÂnirine vâsıl olabilecektir. Yani labirent, bir tarafından bakınca bir muamma; diğer yönünden bakınca ise elinizle koyduğunuz bir şeyi bulmak kadar basittir. Meselâ, bir labirent yüz kademede yüz kola ayrılıyor, tik girişte “deneme-yanılma” metoduna göre doğru yola gitme ihÂtimali 1/100’dür. Doğru çıkarsa bir 1/1001 lük ihtimal daha karşınıza çıkar. Toplam ihtimal 1/10000 olur. Böylece her yol ağzında paydayı 100 ile çarpmakla peynire kadar toplam 1/10200 ihtimal eder. Bu ise kâinattaki atom sayısının üzerinde bir raÂkamdır. Zahiren küçük görünse de, ne tasarlıya bileceğimiz, ne de hayal edebileÂceğimiz bir sayıdır. Hâlbuki peynirden yoÂla çıkan şahıs 10200/10200 = 1/1 ihtimalÂle fareyi bulur. Yani eliyle koymuş gibi. Şimdi biz gelelim yaratılış bilmecesiÂne. Yokluk âleminden labirent misâl binÂlerce süzgeçten elene elene tasaffî ederek gelen ve insanda nihâî hedefine ulaşan haÂyatın sırrına... Fakat meseleye bakış açıÂmız çok mühim. Çünkü biz labirentin peyÂniriyiz. Hedef biziz. Eğer bulunduğumuz yerden hayatın sırrına bakarsak çok basit görünecek ve anlayamayacağız. Bir de labiÂrentin girişine gidip oradan meseleyi değerÂlendirelim. Yani varlık âlemini, kâinatı aşıp; maddeden sıyrılıp hayalîmizi, tekev-vün-ü kevn’e, maddenin -yahut maddeyi var kabul edip kâinatın başlangıcına göndereÂlim. Fakat hiç bir şeyin henüz şekillenmeÂmiş olduğu, belki karmakarışık bir atomlar hamuru hâlinde olduğu bir zaman ve meÂkâna gidiyoruz. Giderken bu âlemden edinÂdiğimiz malumatı ve tecrübeleri götürmemiz gerekir. Çünkü o bilgileri kâinat oluştuktan sonra edindik. Şu andaki haÂyatın akışı bizi pek fazla düşündürmüyor. Mahlûkatın görüp işitmesi, yemesi, çoğalÂması, güneşin doğup batması, mevsimlerin ve gece gündüzün dönüp değişmesi... Bunlar normal şeyler... Fakat işte hayalîmiz sıfır notasına vardı. Âlem ve varlık diye bir şey yok.. Maddenin hamuru ile baş başayız. Bu atomÂların birleşmesi, intizam içinde tek tek varÂlıkları meydana getirmesi, işlerin muntaÂzam gidip hiç bir aksama olmadan âleÂmin zerreden sistemlere kadar ve içindeki “mikro”dan “makro”ya canlı âlemlerinin teşekkül etmesi lazım. Ama dikkat edin; Mevcudat olmadığı gibi, onlar hakkında bir bilgimiz, bir hissimiz ve bir düşüncemiz de yok. Çünkü onlar daha oluşmadı ki bilebilelim. “Bu mahlûklar işitici olsun.” diyeÂmeyiz; hiç bir ses, nefes yok. “Görsün” diÂyemeyiz; ışık yok. Görmek ne demek bileÂmeyiz; kanunlar, prensipler bizce meçhul. Bu muamma karşısında hayalîn dizleriÂnin dermanı kesilip gayr-i ihtiyarî secdeye yuvarlanıyor ve sesi-soluğu tükeninceye kaÂdar haykırıyor: “Hayır... Hiç bir şey yok değil... Sen, varsın... Bütün varlığın üzerinÂde mevcutların çok ötesinde Sen, sonsuz ilim ve kudretinle mevcutsun. Ancak sen bu muammayı çözersin. “Kün” yani “Ol!” demen yeter. Çünkü bunun çözülmesi için sonsuz bir irade sahibi, nihayetsiz bir ilim ve aklın alamayacağı bir tercih gücü lâzım geliyor.” Zira bu meseleyi tesadüfün eline bırakmak demek elsiz-gözsüz bir dalgıca sonsuz bir denizde bir kum tanesi aratÂmak demektir. Çünkü bütün tabii kanunlar birbirini netice verecek şekilde işliyor. Bir bütünün parçalarını toplayacak yönde ilerliÂyor. Bu işleyişin herhangi bir noktasına müdahale edebilmek için bütün kanunları ve hepsinin çıkış noktalan ile nihâi hedefÂlerini bilmek lâzım geliyor. Bulmacanın bu tarafından bu Newton’un yerçekimi kanuÂnu, bu Arşimet’in kaldırma kanunu, bu da Kepler prensibi demek kolay bir izah tarzı. Fakat ne Newton, ne Arşimet, ne Kepler, ne de diğerleri o kanunları koymadılar. Mahlûklarda göz olsun diyebilecek birinin evvela gören biri olması lazım. Sonra ışığın ve onun bütün yansıma, kırılma kanunlarıÂnın irade ve idare edicisi, maddelerin ve onÂlardaki şeffaflık, gayr-i şeffaflık özellikleriÂnin yaratıcısı olması lazım. Bizim gözümüÂze bir gözlük yapan gözlükçü, elbette gözüÂmüzü bilir ve görür, yakıştırır ve yapar. Ya başımıza göz yapan usta? Bunun gibi işitme, tad, koku, sevme, nefret etme, heyecan, korku duyma gibi hassalar kıyas edilince bunların tek tek yaÂpılması için gerekli olan ilim ve tercih ediÂcilik gücü düşünülürse yaratılışın sim anlaÂşılır hale gelebilir. Girdiği bir mağazada alacağı eşyaÂnın renk ve tipinin seçme mevzuunda biÂle kafa yoran, üstelik de mahlûkların en akıllı ve iradelisi olduğu kabul edilen inÂsan, bilmem ki bu meseleye nasıl lâkaytÂlıkla bakabiliyor? |
Bu bölüm 5531 defa görüntülenmiştir.